Üsküdar’dan döner iken aldı da bir kar…
Bazen attığımız her adımda başka insanların adımlarını da hissederiz. Geçmiş yaşamların hudutsuzluğunu, heyecanlarını, üzüntülerini adımlarımızda bir araya getiririz. En çok da, o yolları daha önce kimlerin, hangi hayalleri, umutları ve hüzünleriyle yürüdüğünü düşünmek meraklandırır insanı. Düşünün! Yola çıkarken düşünmediğinizi yolda attığınız her adımda düşünün. Bilin ki sizden başka birileri de o adımlarla geçti hayatın kıyısından. Belki bir sigara yakıp küfretti hayatın anlamsızlığına. Ya da aşkı bulduğuna çok sevindi ve kahkahalar içinde arşınladı o sokakları… Veyahut kızdı sevdiği adama, belki de kimsesizliğine…
Bugün ben Üsküdar’dan döner iken her yer kara bulanmıştı; tüm huşuluğunun içinde beyaz bir zambağa dönüşmüştü koca semt. Deniz, hoyratça kendisini kıyıya vuruyor, martılar kendilerinden geçmişçesine gökyüzünde çığlık atıyor, kar taneleri de ait oldukları yeri bulmuşçasına teslim oluyorlardı Üsküdar’ın arnavut kaldırımlı sokaklarına. Ve tam o esnada bir garip kadın yürüyordu karın miskin hale getirdiği Üsküdar’da. O gariptir ki, üşüdüğünden sarmıştı boynunu yeni ördüğü atkısıyla. Takmıştı eldivenlerini ve izlemeye başlamıştı dönen dünyada duran insanları. Tabii mecazi anlamda duran insanlardan bahsediyorum. Çünkü tüm bu karmaşanın içinde insanlar, karın güzelliğine teslim olmak yerine koşarcasına kaçıyorlardı alamet saydıkları kristallerden. Sanki karın çok umurundaymışçasına…
Değildi.
İnsanlar ne kadar kaçarsa o daha fazla bırakıyordu kendisini yeryüzünün hoyrat kaldırımlarına.
Kadın durdu. Zihninde ‘Dünya dönüyorsa, bu insanlar da durmak yerine koşuyorlarsa ben şimdi ne yapmalıyım?’ sorusuyla izledi etrafı. En sonunda durmaya karar verdi. Durmaktan daha iyi ne yapabilirdi ki? Durmaktan ve izlemekten başka şu an onu ne tatmin edebilirdi? Belki düşünmek. Ki çok geçmeden başladı düşünmeye. Bir süre sonra adımları da eşlik etmeye başladı bu zihinsel yolculuğuna. Her adımında başkalarını düşündü. Yüzyıl önce aynı sokaktan, adımını attığı bu kaldırımdan kimler geçmişti acaba? Ya da beş yüzyıl önce… Bir süre sonra kişiler değişse de hengamelerin aynı olduğuna karar verdi.
‘Evine ekmek götürmeye çalışan bir baba, okuldan dönüp hemen evine gitmeye çalışan bir çocuk, belki evsiz kimsesiz bir adam veyahut kadın, çok sevdiği birini yeni kaybeden bir insan, gurbete gelip memleketini özleyen birisi, arkadaşlarıyla harika vakit geçirdikten sonra evine dönen bir genç, ayrılan ya da barışan bir çift...’ Tüm bu insanlar da o garip kadının attığı adımları atmıştı belki de Üsküdar’ın taş sokaklarında. Kadın yalnız olmadığını anladı. Ondan yüzyıl, beş yüzyıl ya da binyıl sonra da aynı sokaklardan, aynı hengameleri yaşayan insanlar geçecekti. Ne gerek vardı şu an durmasına? Yavaş yavaş adımlarını hızlandırdı. Kar taneleri yüzüne, montuna ve atkısına bulanmış olmasına rağmen yavaşlamadı. Acelesi olmasa da varmak istediği bir yer vardı. Ve o an ‘varmak istediği bir yeri’ olmasının ne kadar önemli olduğunu anladı. Herkesin bir yeri vardı. Ama artık onun için önemli olan o yere varmaktı. Koşmaya başladı.
Koştu.
Koşarken çekinmedi. Kimse de dönüp ‘Bu kadın neden koşuyor ki?’ diye sormadı. Garip işte koşarak daha hızlı gidebileceğini düşünüyordu varmak istediği yere. Oysa zihninde varamadıktan sonra, ne kadar hızlı hareket ettiğinin bir önemi olmadığını bilmiyordu. Garipti işte…
Ben Üsküdar’dan döner iken alsa da bir kar, insanlar koşsa da varmak istedikleri yerlere; yüzyıllar boyu atılan adımların zamandan, mekandan bağımsız zihinde atılması gerektiğini bir ben, bir kar taneleri bir de Üsküdar’ın sokakları biliyorduk.
… Ve sadece bir garip kadın koşuyordu. Diğerleri ise bilinçsizce duruyordu.