Çoğu zaman Romeo ve Juliet’in hikâyesinde, Rosaline unutulur.
O büyük, destansı aşkta yalnızca kavuşamayan iki âşığın kaderi yazılırken, Romeo’nun Juliet’ten önce âşık olduğu Rosaline’den neredeyse hiç bahsedilmez.
Kimileri, Romeo’nun Rosaline’i unutmak için böylesine derin bir aşka sürüklendiğini bile söyler.
Ama asıl soru şu:
Biz neden, sonu ölümle biten bir trajediye bu denli tutkuluyuz?
İki genç insanın kavuşamaması, neden yüzyıllardır bir aşk hikâyesi olarak hâlâ yaşamaya devam ediyor?
Rosaline’in aşkı, hikâyede neredeyse yok sayılmıştır.
Belki de bu eksiklik, trajedinin böylesine etkileyici olmasının sebebidir.
Çünkü biz okuyucular, aşkın, ıstırabın ve kaderin çizdiği o kaçınılmaz çemberin içinde bir anlam ararız.
Ve hikâyeler, onları yazanlar kadar, onları yaşayanların da nasibini aldığı evrensel kavramların taşıyıcısıdır.
Şimdi…
Dünyanın en büyük âşığı olduğunuzu düşünün.
Peki gerçekten öyle misiniz?
Aşkınızdan da partnerinizden de oldukça emin olduğunuzu varsayalım.
Ama o zaman şunu da sormak gerekmez mi:
Daha önceki ilişkilerinizde de böyle emin değil miydiniz?
(Sadece “Hayatımda biri olsun yeter” diyerek ilişki kurmuyorsanız, birinden emin olmanın sizin için anlamlı olduğunu varsayıyorum.)
Evet, geçmişte de hikâyenizin mutlu bir sonla biteceğine inanmıştınız.
İnanmıştınız, çünkü kimse hiçbir şeyden tam anlamıyla emin olamaz.
Duygular değişir. İnsanlar değişir.
Belki de büyük sandığımız o aşklar, dönüşen benliklerimizin geride bıraktığı silik gölgelerden ibaretti.
Çok sevdiğimizi düşündüğümüz insanları…
Belki de aslında o kadar çok sevmedik.
Bazılarınız, aşkın ömürde yalnızca bir kez yaşanabileceğini düşünüyordur.
Bazılarınız içinse aşk, tekrar tekrar gelebilen ama her defasında başka bir yerimizi yaralayan bir misafirdir.
Ben, birden fazla kez âşık olmuş ve her seferinde bambaşka acıların içinden geçmiş insanlar tanıyorum.
Ve gözlemlerim, Romeo’nun Rosaline’e duyduğu karşılıksız aşktan sonra, uğruna ölümü göze aldığı Juliet’i tanımasıyla başlayan o hikâyeyle örtüştükçe, bu düşüncenin gerçekliğine ben de inanmaya başlıyorum.
Çünkü insan, birden fazla kez âşık olabilir.
Eğer kalbindeki yarayla yaşamayı öğrenebilirse…
Her aşk, ardında kendine has bir iz bırakır.
Ve o iz, zamanla silinmez.
Aksine…
İnsanın ruhuna sessizce işlenen bir imzaya dönüşür.
Fakat…
Aşkın büyüklüğü karşısında, kişisel düşüncelerimizin bir önemi kalmıyor. (Çünkü düşünmeye gerek kalmıyor.)
Kimileri, hayatındaki eksikliği tamamlamak için âşık olur.
Kimisi en çok kendine benzeyeni sever.
Bir başkası, yalnız kalamadığı için sürekli bir maceranın peşinde koşar.
Bir diğeri, âşık olduğu kişiden çok, âşık olduğunu sandığı kişiye bağlanır ve tüm hayatını ona adar.
Karşısındakini, kafasındaki “ideal sevgiliye” dönüştürebilmek için kendi benliğinden vazgeçer.
Ve…
Beni en çok korkutanlar; aşk uğruna gururunu hiçe sayanlardır.
Jane Austen’ın özgün adı Pride and Prejudice olan, Türkçeye kimi zaman Gurur ve Önyargı, kimi zaman Aşk ve Gurur olarak çevrilen romanına ithafen, hep gururun aşktan büyük olduğunu düşünmüşümdür.
Şimdi, aranızda kitabı okuyanlar şöyle diyebilir:
“Ama sonunda aşk galip gelmişti.”
Evet, belki öyle görünüyordu.
Ama bence o aşk, gururun geri çekilmesinden değil,
aşkın gururla uzlaşmayı öğrenmesinden doğdu.
Gerek var mıydı?
Cevabını size bırakıyorum.
Evet, kitap mutlu sonla bitti.
Ama unutmamak gerekir ki…
Hayat, ne bir kitap ne de bir masal evrenidir.
Aşk ile gurur, belki başlangıçta uzlaşabilir.
Ama zamanla ya aşk gururu gölgeler…
Ya da gurur aşkı boğar.
Ve geriye sadece bir yara izi ve birkaç anı kalır.
Peki…
Denemeye değer mi?
Cevabını size bırakıyorum.
Sanırım aşkı aşk yapan da bu zaten:
Her şeye rağmen denemeye değer olması.
Ve deneyenleri, değerli kılması.
Gururunun pençesine takılıp, aşkını geri çevirenlere gelince…
Bu onları değersiz yapmaz.
Ama belki çözümsüz.
Ya da korkak.
Fakat korkaklık da, gurursuzluk kadar ağır bir yük.
Ne olursa olsun,
Seçtiğimiz yol ne olursa olsun…
O yolda yürürken taşıyacağımız bir “iz” mutlaka kalıyor.
Ve işte tam da bu noktada;
Artık aşkın tanımını yapmıyorum.
Ne “bir kere olur” diyorum,
Ne “her seferinde yenidir.”
Ne gurur “kötü”, ne aşk “iyi”.
Ne aşk “zayıflık”, ne gurur “kurtuluş”.
Bildiğim tek şey şu:
Her aşk, bizi biraz daha kendimize yaklaştırıyor.
Ve belki de asıl mesele,
kime âşık olduğumuz değil…
aşkta kim olduğumuz.