Vakit geldi. Çanlar artık bizim için çalıyor. Çanlar 3 defa tok, biraz ürkütücü ama kararlı vaktin geldiğini haber veriyor.
Vakit geldi işte.
Vakit geldi.
Çanlar benim için 3 kez, tok, ürkütücü çaldı. Gitmek ve kalmak bir anlam taşımadığında, durmanın karamsar mecburiyeti beynin içinde hapsolup kalıyor. Neşe çekildi, sesler artık dar bir geçitten geçiyor.Ulaşmıyor nereye ulaşmaya çalışıyorsa.
Ses nereye gidiyor?
Kararlı fakat nafile. Bundan sonra her şey nafile. Boşa ve boşuna. Artık ikindin serinliği huzurunu çekti üzerimizden. Olanca güzellik ulaşamıyor bize. Korkak, çaresiz bir kabul ediş bütün suyu sardı.
Her şey ne anlamsız, ne budalaca. Vapurun sesi neyden haber veriyor. Artık hiçbir şeyin sesi hiçbir şeyi haber vermiyor. Bıçak gibi kesildi.
Bıçak gibi kesilmez. Bıçağın kestiği gibi kesildi her şey.
Sonra koptu.
Kopan bir müddet şaşkınca nereye gideceğini bilemez halde havada kaldı. Sonra yerini buldu. Düşmek gerekti. Düşmek, sonra durmak.
“Anılar boğazda toplanır,” derdi birileri.
Kimin dediğini anımsamaz halde boğazını tuttu. Kendi demişti. Anımsadı. Bütün acısı bir yumru olur, boğazına otururdu. Konuşamaz, yutkunur, boğazından beynine, sonra oradan kalbine şeritler halinde acı kaskatı dururdu. Boğazının çatlayacağını zannederdi. Dili, çanın içindeki o tokmak gibi bir o yana bir bu yana acıyı çözmeye çalışırdı.
Ve nafile.
Ne yaptıysa bu boğazına nakış nakış yayılan katı acıdan kurtulmanın bir yolunu bulamazdı. Beyni boş fakat ağır bir daireye benzerdi. Odaları yoktu o dairenin. Kaskatı, her şey kaskatı kesilirdi. Bir sürü anlamsız yığın birleşip, olanca gücüyle katı bir daire oluşturmuştu.
O gün çanlar üç defa hiçbir şey için çaldı.
Hiçbir şeyden haber vermiyordu. Zaman çekildi. Boşluk, yerini katı bir acıya bıraktı. Acı orda donup kaldı.
Çanlar artık çalmıyordu.
Son bir nefes gibi, ikindi yerini akşama bırakırken önce adada, sonra İstanbul’da tüm soluklar bir anda kesildi.
Peki çanı çalan kimdi?
Bu ses bize neyi haber veriyordu ki yokluğu savaştan çıkmış bir milletin karneyle ekmek sırası beklemesini andırıyordu?
Olağanca sessizlik içinde heybetli bir şelaleden geriye sadece bir su damlası kalmıştı. İnsanlar, o damlaya ulaşmak için evlerinden fırladılar. Ama ne yaşadığımız mevsim mevsimdi, ne aldığımız nefes nefes, ne de cebelleştiğimiz hayat hayattı.
Geriye sadece su kaldı. Ve su aslında çan demekti. Çan ise hayat…
Benzersiz yaşamları içinde barındıran hayat işte bu kadardı. Çanın üç kere çalmasıyla sona erdi.
Adaletsizlikler kol gezerken biz önce yutkunduk. Sonra, anlamsız bir daireye hapsettik nefeslerimizi. Neden mi?
Çünkü çanın sonsuza dek çalacağını sanıyorduk.
Çan sustu. Ve bir süre hiçbir şey olmadı. Ne ses vardı ne gölge. Nefeslerimiz bile birbirine çarpmadan dağılıyordu havaya. Sanki dünya sustuğumuzu fark etti. Ardından o da sustu. Ama sonra…
O sessizlikte bir şey kıpırdadı.
Henüz adı olmayan, henüz yönü belli olmayan bir şey. Boşluğun içinden çıkan ilk kıymetsiz titreşim gibi, küçük ama inatçı.
Ben kalktım ayağa… Ardıma bile bakmadım. Çana ulaşmama üç adım vardı. İlk adımı attığımda önce ada halkı ayağa kalktı. İkinci adımımda İstanbul, üçüncüsünde ise tüm ülke…
Tam çanı çalacakken, yerinde olmadığını fark ettim. Birisi benden önce davranıp onu elimizden almıştı. Oysa ne güzeldi birlikte adım atmak, ahenkle aynı amaca yürümek. Yaşamak için hep birlikte savaşmak. Şimdi ise ne zor yeniden başlamak. Bir olsan bile hilekârların önüne geçememek…
Ne zor, çok zor.
Geri döndüm. Benimle birlikte bir ülke geri döndü. Kaybetmiştim, kaybetmiştik.
Vazgeçtim.
Arnavut kaldırımlı taş sokakta yürürken bir anda durdum. Dünya, önce güneşin etrafında ardından kendi etrafında dönmeyi bıraktı. Zaman, başı boş bir tik-tak sessizliğinden fazlası değildi artık…
Tüm durağanlığın içinden;
Biri, gözlerini kırptı.
Biri, bir taşı yerden aldı.
Biri, suya bakıp ellerini yıkadı.
Ve biri, sanki çan yeniden çalmış gibi başını göğe kaldırdı.
Hayat böyle başlıyordu belki de. Çan çaldığında değil, çan sustuğunda.
Sarsıntının ardından gelen ince bir istekle devam etmek hayattı belki de…
Hayat, belki de ne olursa olsun devam etmekti.
Şimdi biliyoruz sonsuz değil hiçbir şey.
Ne çan, ne su, ne bu kırık dökük hayat, ne de gücün hep elinde kalacağını sananlar.
Ama çanın sustuğu yerden atılan o ilk adım,
Belki de en gerçeğiydi hepsinin.
Ve en doğrusu.
Birkaç salise sonra donuk yüzlerin arasından bir ses yükseldi semaya;
“Ne yaşarsak yaşayalım, bir oldukça yeni çanlar çalabiliriz.“
(Elbette “çalmak” kelimesini mecazi anlamda kullanıyorum. Ancak unutmamalıyız ki; çanımızı elimizden alanlar, sessizliğin ve susuzluğun gerçek hırsızlarıdır ve onlar, en sahici halleriyle aramızdadır.)
Farkımız ise çok açık:
Her defasında yeniden ayağa kalkabilmek.
Yazan: Fatma Zehra Kara – Eda Şahin